Peygamberimizin Mübârek Ecdâdı:
Peygamberimiz’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) Hz.
İsmâil’in sülâlesinden olan Adnân’a kadar babası Ab-
dullah tarafından dedeleri şöyledir:
Hz. Muhammed (s.a.v.), Abdullah, Abdülmutta-
lib, Hâşim, Abdimenâf, Kusay, Kilâb, Mürre, Ka’b,
Lüey, Gâlib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme,
Müdrike, İlyas, Mudar, Nizâr, Me’ad ve Adnân haz-
retleridir.
Peygamberimizin annesi Amine tarafından dedeleri:
Hz. Muhammed (s.a.v.), Âmine, Vehb, Abdi-
menâf, Zühre, Kilâb hazretleridir.
Peygamberlerin her hususta en üstün, en büyük
olanı, şüphesiz bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed
Mustafâ (sallallâhü aleyhi ve sellem)’dir. Peygamberi-
mizden evvel gönderilen peygamberlerden çoğu,
belli bir topluluğa, bir şehir veya köy halkına gönde-
rilmiştir. Peygamber Efendimiz ise bütün insanlığa,
bütün mahlukâta yani, onsekiz bin âlemin tamamına
rahmet olarak gönderilmiştir. Onun insanlığa nasıl
ve ne büyük bir rahmet olduğunu anlamak için, dün-
yaya gelmezden evvelki insanlığın haline bir bakmak
lazımdır:
Bilindiği gibi, Peygamberimiz Fahr-i Âlem Efendi-
miz’in teşrifinden önce bütün dünyada her bakımdan
kötülüklerin ve karışıklıkların hüküm sürdüğü bir fetret
devri mevcuttu. O günün insanları her türlü bid’at ve
sapıklık içindeydi.
İnsanlık, hak, adâlet ve medeniyetten uzak, kor-
kunç bir vahşetin girdabına gömülmüştü. Fuhuş ve
eşkiyalık, her türlü zulüm ve zorbalık almış yürümüş-
tü. Öyle ki, kimin kime gücü yetiyorsa o, diğerinin ma-
lına, canına, ırzına tecavüz ediyor, elinde nesi varsa
alıyordu. Hatta bir kısım insanlar hurafe ve bâtıl inanç-
larla kendi kız çocuklarını çukurlara gömüyor, öldürü-
yorlardı. Vahşet ve ahlâksızlığa dalmışlardı. Kadının
cemiyette hiç değeri yoktu. Para ile alınıp satılabilen
basit bir eşya muâmelesi görüyordu. İnsanlar, birbir-
lerine diş bileyen düşman gruplar halinde kabilelere
ayrılmış, kabileler arasında kan davaları almış yürü-
müştü.
İşte böyle bir devirde Resûl-i Ekrem Efendimiz (sal-
lallâhü aleyhi ve sellem), Mekke-i Mükerreme’de,
Mîlâdın 571’inci senesinde Rebîulevvel ayının 12’inci
gecesi sabaha karşı dünyayı şereflendirdiler.
Peygamberlik silsilesinin son halkası olan Peygam
berimiz’in, kırk yaşına girip daha kendisine peygam-
berlik verilmezden evvel bile, elinde birçok harikalar
zuhur etmişti. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol”
ilâhî emrine tam manasıyla uyduğu için, hayatının her
kademesinde sadâkat ve doğruluğun en güzel bir ör-
neği olmuştur.
O her türlü riya ve yalandan uzaktı. Devrinde kimse
kimseye itimat edemez ve güvenemezken, herkes ona
inanıyor, ona itimat ediyor, ihtilafa düştükleri mesele-
lerde onun hakemliğine ve hükmüne razı oluyorlardı.
Onu inkâr eden düşmanları bile, onun sadâkat ve
doğruluğunu, yalan ve riyadan uzak olduğunu itiraf
ederlerdi. Onda gördükleri eşsiz ahlâk ve yüksek seci-
yeyi takdir eder, ona “Muhammedü’l-Emîn” (Emniyetli
Muhammed) derlerdi.
İşte, âlemlere rahmet Efendimiz, cihânın böylesine
zulmetle dolu olduğu bir devirde gelmiş, bâtıl inançları
kaldırmış, imân ve İslâm nûru ile âlemi karanlıktan kur
tarmış, insanlığa dünya ve âhiret saâdetinin anahtarla-
rını vererek, hakîkî medeniyet yolunu göstermiştir.
Bugün, İslâm târihini tarafsız şekilde tetkik eden bir-
çok müsteşrik (gayr-i müslim doğubilimcisi) bile, Pey-
gamber Efendimiz’in (s.a.v.) yüksek mertebesini, güzel
ahlâkını ve insanlık için gerçekten rahmet ve en büyük
kurtarıcı olduğunu kabul etmeye mecbur kalmış, ona
hayranlık duymaktan kendilerini alamamışlardır.
Mahmud Es’ad tarafından tercüme edilen bir eser-
de meşhur İngiliz filozofu T. Karlayl şöyle diyor:
“Hazret-i Muhammed (s.a.v.) riyâdan tamamen
uzak olduğundan onu severim… Beşerde Hazret-i
Muhammed’i (s.a.v.) tartacak bir terazi de yoktur. O,
tartılamayacak kadar ağır ve büyüktür.”
İnsaf sahibi gayr-i müslimler, Peygamberimize bu
de rece hayranlık duyar, alaka ve muhabbet gösterirse,
onun ümmeti olan bizlerin, ona nasıl bir sevgi ve hür-
metle bağ lanmamız gerektiğini düşünmek lazımdır.
Burada şunu da ilave edelim ki, Peygamberimiz
dünyayı şereflendirdikten sonra, daha önce gelmiş
Peygamberle rin getirdikleri şeriatların hükmü kalma-
mıştır. Hakkâniyet ve hükümranlık sadece Kurân-ı
Kerî m’e ve bizim Peygam berimize aittir. Onun içindir ki,
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir ara Hazret-i Ömer’in
elinde mensuh Tevrat sahifelerinden bir parça görünce
ona adeta çıkışarak: “Siz de Yahûdi ve Hıristiyanlar gibi
bana verilen nü büvvetten, bana indirilen Kur’ân’dan
şüphe ve tereddüt mü ediyorsunuz? Vallâhi, Tevrat
kendisine indirilen Mûsa Peygamber (şu anda) hayatta
olsa idi, bana tâbi olmaktan başka hiçbir kudreti ola-
mazdı.” buyurmuşlardır.
Binaenaleyh, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ve
Kur’ân-ı Kerîm’in gelmesiyle İncil ve Tevrat’ın hükmü kal-
dırılmıştır. Kıyamete kadar hükmü geçerli tek kitap Kur’ân-ı
Kerîm’dir. Tasarruf ve hükümranlık da, ancak bizim
Peygamberimiz Muhammed Mustafâ (s.a.v.)’ya âittir.
PEYGAMBERİMİZİ İYİ TANIYALIM
Dünya ve âhirette şerefli, faziletli ve iyi insan olabil
mek, âlemlere rahmet olan Peygamberimiz Muham-
med Mustafa’yı (s.a.v.) iyi bilmek, iyi anlamak ve ona
hakîki ümmet olmakla mümkündür. Bir insan, Pey-
gamberimizi bilmedikten, tanımadıktan, sevmedikten
sonra hiçbir şeyle şerefli ve faziletli olamaz.
Peygamberimizin adı Muhammed, babasının adı
Abdullah, annesinin adı Âmine’dir. Ana rahminde yedi
aylık iken babası vefât etmiştir. Mîlâdî 571 senesi Ni-
san ayının yirminci; Rebîulevvel ayının onikinci (Pazar-
tesi) gecesi sabaha karşı Mekke’de doğmuştur. Doğ-
duğu zaman hiçbir çocuğa benzemiyordu. Ondaki
peygamberlik nûru, bakan gözleri kamaştırıyordu.
Dört yaşına kadar sütannesi Halîme’nin yanında
kaldı. Sonra ailesine teslim edildi. Altı yaşında iken
annesi Âmine vefât etti. Dedesi Abdülmuttalib onu
yanına aldı. Annesinden iki sene sonra, sekiz yaşında
iken dedesi de vefat etti. Bu defa da amcası Ebû Tâlib’in yanında kaldı.
Peygamberimizin çocukluk ve gençlik çağları,
bekârlık- evlilik devirleri, hâsılı bütün hayâtı hiç bir in-
sana nasîp olmayan fazîlet ve kemâlât ile geçmiştir.
Yirmi beş yaşında Hadîcetü’l-Kübrâ vâlidemiz ile
evlendi. Hiçbir zaman putlara tapmadı. Çocukluğundan beri onları hiç sevmezdi.
Hazret-i İbrâhim Aleyhisselâm’ın
dini üzere Allâh’a ibâdet ederdi. Zaman
zaman Mekke civarında bulunan Hirâ dağına gider,
Allâh’ın kudret ve büyüklüğünü düşünürdü. Allâh’ın
kendisine tâ ezelde ihsân ettiği aşk ile muhabbet denizine açılır, kalbinde yanan tevhid nûrunun pırıltıları
içinde Allâh’ı zikrederdi.
Peygamberimiz yine bir gün, Hirâ mağarasında
iken Cebrâîl aleyhisselâm Allâh’ın emri ile ona pey-
gamberlik vazîfesini bildirmeye geldi. İnsanlığın kurta-
rıcısı ve Allâh’ın sevgilisi Hazret-i Muhammed sal
lallâhü aleyhi ve sellem’e:
“Oku!” dedi. Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.)
“Neyi okuyayım” dedi. Cebrâîl (a.s.) Peygamber Efen-
dimiz’i tutup sıktı, sonra bıraktı. Cebrâîl (a.s.) tekrar:
“Oku!” dedi. Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.) “Neyi
okuyayım” dedi. Cebrâîl (a.s.) tekrar Peygamber Efen-
dimiz’i tutup sıktı, sonra bıraktı ve üçüncü defa:
“Oku!” dedi. Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.)
“Neyi okuyayım” dedi. Cebrâîl (a.s.) tekrar Peygam-
ber Efendimiz’i üçüncü defa tutup sıktı, sonra bıraktı.
Böylece Cebrâîl (a.s.) tarafından kendisine mânevî
bir ameliyat tatbik edilmiş oldu. Sonra Cebrâîl (a.s.),
“Seni yoktan var eden, tedrîcen terbiye edip büyü-
ten, kemâle ulaştıran Rabbinin ism-i şerîfi ile oku.
O, insanı pıhtılaşmış kandan yarattı. Oku! O çok kerîm
olan Rabbinin hakkı için ki, o, kalemle tâ’lîm etti; insana bilmediğini öğretti.” meâlindeki Alak Sûresinin ilk
beş âyetini okudu.
Böylece Hazret-i Muhammed (sallallâhü aleyhi ve
sellem)’e Peygamberlik vazifesi verildi. Kur’ân-ı Kerîm,
yirmi üç senede tamam oldu. On üç sene insanları
Mekke’de hak yola davet etti. Büyük meşakkatlar ve
ızdıraplar çekti. Her şeye sabredip Allâh’ın varlığını, birliğini yaymaya çalıştı. Sonra Medîne-i Münevvere’ye
hicret etti. On sene de Medîne’de peygamberlik vazifesini bütün gücü ile yerine getirdi. İnsanlara insanlığı
öğretti, medeniyeti belletti. Karanlık gönülleri İslâm’ın
nûru ile aydınlattı. Böylece vazifesini tamamladı. Altmış
üç yaşında vefât etti.2
İnsanlık âlemine hidâyet rehberi
olan Kur’ân-ı Kerîm’i ve sünnet-i seniyyesini tavsiye ve
emânet etti.
Salât sana, selâm sana ey Allâh’ın Resûlü. Seni
hakkı ile bilen ve öven âlemlerin Rabbi Allâhü Teâlâ’dır.
Sen Muhammed Mustafâ’sın (sallallâhü aleyhi ve sellem). Sen âlemlere rahmetsin. Bütün insanlar ve cinlerin peygamberisin. Sen Hâtemü’l-Enbiyâ’sın;
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) hayatı hicrî takvime göre 63 yıldır.
Çünkü hicretten 53 yıl önce doğmuş ve hicretten 10 yıl sonra vefat
etmişlerdir. Mîlâdî takvime göre ise hayatı 632-571= 61 yıldır. Aradaki
2 yıl fark, hicrî takvimde bir yıl 354 veya 355 gün, mîlâdî takvimde ise
365 gün olmasındandır.
berlerin sonuncususun. Senin hakkında “Levlâke lev-
lâk, lemâ halaktü’l-eflâk”3
buyuruldu.
ASHÂB-I KİRÂM
Ashâb, Peygamber Efendimiz’i bir kere bile olsa
îmân gözüyle görüp, sohbetinde bulunan müslüman-
lardır.
Ashâb’ın hepsi çok büyük derece sahibidirler. Çün-
kü onlar, Peygamberimizi gözleriyle görmüş, en zor
zamanlarda onun etrafında kenetlenip mallarıyla, can-
larıyla Îmân ve İslâm’ın yayılması için cihâd etmişler,
büyük gayretler göstermişlerdir. Böylece Peygamberi-
mizin en büyük teveccühünü kazanmışlardır. Hepsi de
tepeden tırnağa âdeta nûr haline gelmişlerdir.
Ulvî dînimizin yayılmasında en büyük hizmeti onlar
yapmışlardır. Bu devirde bir insan tek başına bütün
dünyâyı fethetse, dünya dolusu altın tasadduk etse,
yine de ashâbın en küçüğünün mertebesine erişmesi
mümkün değildir.
Biz müslümanlar, Ashâb-ı Kirâm’ın hepsini sevmek,
saymak ve hepsine hürmet etmekle mükellefiz. Onların
aralarında meydana gelen bâzı ihtilaflardan dolayı, hiç-
birinin aleyhinde tek kelime söyleyemeyiz. Zîrâ onlar
müctehiddir ve ictihadla hareket etmişlerdir. Onlardan
birinin aleyhinde konuşan insanın îmânı zayıflar, dîni
çok büyük zarar görür. O insan inancını düzeltmedikçe
asla kâmil bir mü’min olamaz.
Ashab iki kısımdır:
1- Muhâcir,
2- Ensâr.
Muhâcir, mallarını, mülklerini bırakarak Allâh rızâsı
için Mekke’den Medîne’ye hicret eden Mekkeli müslü-
manlardır.
Ensâr ise, Medîne’nin yerlisi olan müslümanlardır.
Medîne’ye hicret eden müslüman kardeşlerine, Allâh
rızâsı için bütün varlıklarıyla yardımda bulunmuşlardır.
Her iki zümre de Allâh rızâsı için yaptıkları bu
hareketlerinden dolayı çok büyük sevap ve derece ka-
zanmışlardır.
Peygamberlerden sonra insanların en büyüğü As-
hâb-ı Kirâm’dır. Ashâbın da en büyüğü sırasıyla Haz-
ret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve
Hazret-i Ali’dir. (Radıyallâhu anh)